22 Temmuz 2015 Çarşamba

Esasen Türklerin dini şamanlık değildir, Tek Tanrı dinidir






X. yüzyılda İslamiyet Türkler arasında Türklerin kendi istekleriyle hızla yayılmaktaydı. 920 yılında Karahanlıların İslamiyeti kabul etmesini, Volga çevresindeki Bulgar Hakanlığının İslâmlaşması görüldü ve İslâmiyet 940-950 de Urallar ve Sibirya'ya yayıldı . 


Türklerin büyük çoğunluğunun müslüman oluşuyle önce Maniheizm, Zerdüştlük (Ateşperestlik), Hristiyanlık, Buddizm kalkma derecesine geldi. Bunlar XII. yüzyılda tamamen ortadan kalkarak İslam dini Türk bölgesinin tek dini oldu, böylece hemen bütün Türkler islamlaşarak birlik haline geldiler.


Önceki inançlarından bazı kalıntılar da birlikte gelmişse de esasa mütaallik değildi. Bunlar yatır ziyareti, Ashab-ı Kef mağarası ve Hz. Ali kalesi, yatırılara mum yakma, bez, paçavra muska ve nazarlık boncuklar! (Buddizimde de vardır) bazı ağaç ve sulara, pınarlara, kaynaklara, ateşe, tuza, demire, v.b. saygı duyma şeklinde sürmüştür.


X. yüzyıl ortalarına kadar Kur'ân-ı Kerim'in diğer dillere bilhassa Farsça ve Türkçe'ye çevrildiğini görüyoruz. İlk Kur'ân çevirmeleri Eski Türk Dini Inancı bakımından da çok önemlidir. Zirâ Kur'an çevirmesinde Türkçe karşılıklar kullanılmıştır. 


Allah adına karşı Tanrı, Şeytan'a karşı Yek, Ruha karşı Töz, Peygambere karşı yalvaç, Cennet'e karşı Uçmag, Cehennem'e karşı Tamu v.b. gibi. 


Günümüzde bu kelimeler Kur'an çevirmelerinde hemen hemen kullanılmaz olmuştur. Şu halde, ilk çevirmelerde Türkler bu kavramları, bu adları karşılayacak inanç ve kelimelere sahipti denilebilir. Bu nokta Türklerin dini tarihi bakımından, Tanrıya inançları yönünden çok önemlidir. İslâmiyete benzeyen bir çok hususların kendi alıştıkları kelimeler ve kavramlarla çevirmeleri çok dikkate şayandır.


Samanoğulları'ndan "Emir Mansur b Nuh (H. 350-365 /961-976), Kur'ân-ı Kerim'in Farsçaya tercümesini resmen hükümet işi olarak ele almıştır. Bilâhara Farsçaya çevirmenin caiz olduğu hakkında fetva alınmıyor:


"Farsça'ya tercüme edilecek tefsir kitab ı Muhammed. b. Cerir-i Tabber'nin tefsiri idi. Mâverâü'n-Nehr âlimleri, (14. Sûre-İbrahim, 4. âyet) ne istinaden tercümenin cevâzına fetva vermişlerdir. Bu olaydan 20 yıl sonra bütün Mâvererâü'n-Nehr'de hâkimiyet Türklerin eline geçti. 


Mansur b. Nuh'un tercüme için fetva istediği bilginler ve tercüme komisyonuna dahil mütercimler arasında Türkler'in kalabalık bulundukları biliniyor, Asficap, Fergana, Semerkand ve Buhara şehirlerinden bilginler bulunuyordu. Emir Mansur'un bu teşebbüsünden onaltı yıl sonra Buhara Karahanlılar tarafından alındı . Karahanlılar'ın Müslüman oldukları tarihten Buhara'yı aldıkları tarihe kadar ancak yetmiş yıl kadar bir zaman geçmiş bulunuyordu.


Bu müddet zarfında İslam Dini'ne ait Türkçe bir eserin yazıldığı hakkında malümatmaz yoktur. Buhara' nın Karahanlı'lar tarafından alındığından yetmiş yıl sonra, Doğu-Türkistan'da, Kaşgar'da, İslami bir eserin, ahlâki-felsefesi didaktik bir manzume olan Kutadgu. Bilig'in telif edildiğini biliyoruz. Herhalde Kur'ân- ı Kerim'in Türkçe'ye tercümesi de bu devirde yapılmış olsa gerektir. Bize vâsıl olan eski Kur'-ân tercümelerinın asılları XI. yüzyılın ilk yarısına ait olduğu kabul edilmektedir.


Abdülkadir İnan (Kur'ân-ı Kerim'in Türkçeye En Eski Tercümeleri) üzerinde kaynaklar sunarak, bu geniş eserin yayınladığı tarihe kadar bilinen dört nüsha üzerinde duruyor.


Hangi yüzyıllarda yazıldığını araştırma gayesıyle yapılan bu inceleme de gerek kullanılan kelime, gerek ek ve takılar ve cümle yapısı , yabancı kelimeler azlığı veya çokluğu veya artışı üzerinde duruluyor. İlk çevirilerde Arapça ve Farsça kelimelerın yok denecek kadar az oluşuna dikkati çekiyor. 


Biz dil ve zamanını bulma bakımından yapılan araştırma üzerinde durmayarak, en eski Kur'an çevirisinin dili bakımından örnek sunuyoruz. Dikkatimizi çeken ve bizi ilgilendiren nokta şudur: Kur'an'da Allah adı yerine (Tenri) ile çevirme yapılmaktadır:


"Ol Tenri belgülerindin. Ol kimni yolga köndürse Tenri ol köndürülmüş ol kimni yoldın azıtsa bulmagay-uk sen anar bir dost köndürükli."


Diğer Kur'an çevirileri de hep böyledir.


"Ol Tenri belülerinclin ol. Kimni köni yolga köndürse Tenri, ol köndürülmüş ol kimni yoldın azıtsa bulmagay-uk sen anar bir dost köndürüklli." 


Birçok tekrara gitmeden belirtebiliriz. Allah karşılığına hep (Tenri diye âyetler çevrilmiştir.) 


11. yüzyıla ait Kur'an çevirmesi ve bundan sonraki çevirmelerde de (Tenri) kelimesini görmekteyiz. XV. yüzyılda ki Kur'an, çevirmesinde bu (Tenri) nin Tanrı olarak (yüzlerce defa) sık sık geçtiğini, bazen Allah adının da belirtildiğini görüyoruz.




Prof.Dr.Hikmet Tanyu - PDF
İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı










Ayrıca : 

Müslümanlığı yaymak için Türklere savaş açan Araplar:

"25 km boyunca ağaçlara Oğuz Türklerini asmıştır" 


"Beyaz bayrak çeken kalenin Türk halkına Araplar söz verir, lakin içeri girince 'kafirlere verilen söz söz değildir' 
deyip kılıçtan geçirmiştir."


"Topladıkları Türkleri köle olarak satmışlardır, ya da devşirmişler ve devşirilenler Türklerin üzerine salınmış, 
onlarda Türk kardeşlerini kılıçtan geçirmiştir."


tarihimizin acı gerçeklerini de hatırlayalım...







...Kıvılcımlı, "Muhammed'in Türkler üzerine iyi şeyler söyleyen Hadisleri"nden söz eder ki, gerçekte böyle hadisler yoktur; aksine Kitap'ta da aktardığım gibi, Türklere ilişkin hadisler, kabul edilemez olumsuzluklar içerir. Bu anlamda Arap ordularının, diğer kavimler gibi Türklere de yönelen saldırı ve özümsenmesinin yolu, Emevilerden çok önce, İslam'ın başlangıcından döşenmişti.

Keza "Acem'e karşı Arap Dini ile Türk Dini'nin birbirine müttefik olduğu ve Arap Dini'nin ilkel sosyalist gelenek içinde düşünülebileceği" yargısı da doğru değildir. Aksine Arap Dini, sınırsız eşitsizlik ve mülkiyetin kayıtsız şartsız kutsanması üzerine kurulmuş, ilkel sosyalist gelenek içinde olan Türk dinini "küfür" olarak nitelemiş ve karşılaştıkları her durumda onu yok etmeye çalışmıştır.

Arap olmayan halklar , özel olarak da Türkler nasıl Müslüman oldu sorusunu genellikle sormayız kendimize. Çünkü "Türklerin, din ve hidayet aşkıyla kendiliğinden İslamiyet'i benimsediği" yolunda koşullandırılmıştık.

Peki ama bu yargımız doğru muydu?

Bu noktada gerçeği aradığımızda, Türklerin Müslümanlaştırılma sürecinin insanı irkilten bir vahşet süreci olduğu soğuk gerçeği yüzümüze çarpıyor. Daha ötesi, Arap ordularınca uygulanan, benzerine az rastlanır zulme rağmen, Türklerin İslamiyet'e karşı çok uzun süre direndiğini görüyoruz.

İşte resmi ve geleneksel söylemin ısrarla gizlemeye çalıştığı bu gerçeğin aydınlığa kavuşturulması, şeriatçılığın, Türkiye'nin orta yeri Sivas'ta insanlarımızı yakabilecek denli pervasızlaştığı günümüzde her zamankinden büyük önem taşımaktadır. Çünkü Türklerin "hidayet aşkı ve çoşkuyla" Müslüman oldukları önyargısı, kişiyle Tanrısı arasındaki o saf ilişkiyi istismar ederek toplumumuzu 7.yüzyıl karanlığına götürmeye çalışan şeriatçıların en temel ideolojik gerekçelerinden birini oluşturuyor.

Şeriat yapısal olarak herkesi, yalnızca sorgulayan ve karşı olanı değil, taraf olmayanları da dahil farklı olan her şeyi boğma potansiyeli gösteren bir siyasal muhtevaya sahiptir. Dolayısıyla başta kendi tarihimize yansımaları olmak üzere onun ideolojik ve tarihsel arka planını gözler önüne sermek, laikliğin çağdai, toplumcu ve özgürlükçü bir savunusu açısından da geçiktirilemez bir zorunluluktur.

Kitabı okurken daha da net görebileceğimiz gibi, İslam dininin yayılışı misyonerlik değil "hançerlerinin ucunda taşıyarak" gerçekleşiyordu. Güç ve zaaf, ideolojinin kendisinde diğer ideolojilerle girdiği barışçıl mücadelelerde değil, kılıçlarda ve merkezi güçte belirleniyordu. Eğer kılıcı etkin kılacak nesnel koşullar ve önderlikler varsa, İslamiyet önce işgal edip, siyasal olarak egemen oluyor, sonra da kah baskılardan veya haraçtan kurtulmak için boyun eğmek, kah inanç boşluğuyla dönüşmek anlamında yöre halkını İslamlaştırmaya başlıyordu. İspanya'dan Türkistan'a kadar her yerde kılıçların gücü temelinde belirleniyordu süreç.

Ancak burada İslam ordularının gerçekleştirdiği yayılmada temel yönlendiricinin, dinin yayılması gibi idealist bir amaç olduğu düşünülmemelidir. İslam tarihinin, başlangıcından başlayarak bütünü incelendiğinde, rahatlıkla görülebileceği gibi, yayılmalarda öncelik, dinin yayılması gibi maddiyattan arındırılmış bir amaç değil, talan ve sömürü olmuştur. Yine geleneksel bilgiler ışığında şaşırtıcı gelebilir, ama ilk sömürgecilik Araplarca uygulanmış gibidir.

Gerçi Talancılık eski türk kültüründe de vardır; ancak o özgülde talancılık, hem ekonomik ihtiyaçtan kaynaklanıyordu hem de onu tanrısal düzeyde kutsayarak kalıcışatıran, dolayısıyla uygarlaşmaya ve yerleşik konum almaya bağlı olarak aşılmasını engelleyen bir ideolojik gerekçelendirmeye sahip değildi. İslamiyet'le birlikte ise bu hak ihlalciliği "Tanrı'nın emri", insanları "hidayete erdirmenin" gereği gibi bir kılıfa bürünüverdi ve kurumsallaştı.

Böylece atlarımız, dış saldırganlığın insan kimliği üzerinde yaratacağı vicdani rahatsızlıktan bütünüyle kurtulma yolu buldular; işgalleri "Allah adına" yapıyorlardı artık ve talan malları da "Allah'ın meşru kıldığı" ödüllerdi!

Ağzından "millilik" sözcüğünü düşürmeyen şeriatçıların milliliği nasıl bir şeydir? Öncelikle ansımsatalım ki, İslamcı literatürde "milliliğin" anlamı, bilimsel anlamından tamamen farklı olması bir yana, sokaktaki insanın anladığından da tamamen farklı, ulusal değil, İslam topluluğuna ait olma anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla kavramlaştırma olarak bütünüyle gayri-milli bir anlam taşır....














Foto: 11.yy Türkçe Kur'an nüshalarını bulamıyacağıma göre..(belki bir akademisyenimiz bulur ümidiyle) şimdilik Göktürkçe yazıt - Suyab Kırgızistan'dan.










ilgili:
H.G.Wells, Yuan Chwang adlı Budist gezginin MS.645 yılında Hindistan'a uzanan gezisindeki izlenimlerinden hareketle şöyle bir saptamada bulunur;

"Gezici bizlere sadece Türkistan diye bilinen yerlerdeki Türkleri değil ve fakat Kuzey Yolu olarak anılan bölgelerdeki Türkleri de tanıtmakta...Buralardaki birçok kentlerden ve bakımlı yerlerden söz etmekte...Gezicinin anlatışına göre Semerkant büyük ve refah içinde bir kent...Ahalisi son derece uygar...Şunu hatırlatalım ki o tarihler itibarıyla böylesi uygarlaşmış kentlere Anglo-Sakson İngiltere'sinden rastlamak mümkün değildir."